Gelişigüzel

Sabahları işe giderken ve akşamları dönerken sürekli düşünüyorum: bunca insan -ben de dahil- suratındaki bu memnuniyetsiz ifadeye rağmen napıyor, napıyoruz? Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete der gibi, buraya kadar da geldik dönmek olmaz şimdi der gibi… Napıyoruz biz? Modern hayat mı? Refah içinde yaşamın anahtarı mı? Yürüyen merdivende hareketsizce öyle put gibi dikilip aşağıya inilen o hepi topu 15 saniyede neler geçiyor aklımdan neler… Modern Japon edebiyatı karakterlerinden biri gibi hissediyorum. Hele de biri var ki hep o geliyor aklıma: Sayaka Murata’nın Kasiyer isimli kitabının başkahramanı Keiko Furukura. İçinde bulunmaktan yakındığım bu sistemin dişlileri arasında ezilen taraftan bu sistemin bir dişlisi olma tarafına geçmekten ve hatta daha da acısı bir dişli haline geldiğimi fark edememekten korkuyorum. Keiko Furukura gibi kendime engel olamamaktan korkuyorum. Hatrı sayılır uslanmaz romantiklerden olduğumun farkındayım ancak ben bu hayatı böyle yaşamak istemiyorum. Ben gündelik hayata yetişmeye çalışırken gökkuşaklarını, rengarenk çiçekleri, insanın genzini yakmakla beraber mis gibi de kokan o güzelim deniz kokusunu kaçırmak istemiyorum. Çok dini bütün bir insan sayılmam ancak bir kere geldiğimiz ve yaşayacağımız şu hayatta, yaşamak adına nefes almanın ötesinde bir şeyler yaptım diyebilmek istiyorum. Zira tüm bu keşmekeş içerisinde geçen ay sonunda elimde kalana baktığım zaman daha da ağırlık çöküyor yüreğime, elimde kalan bir şey olmadığından. Zamanımızı parayla takas etmek…ne de alengirli bir konu, öylece düşünüp duruyor insan. Göçürtüyor insanı, ağır yürek günleri geliyor. (Okumayanlar için bir tavsiye daha Perihan Mağden-Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?) isimli kitabında çöken Ağır Yürek Günlerini yaşatıyor Gündelik yaşam o kadar da kolay o kadar da “gündelik” değil. Son zamanlarda izlediğim ve bu konunun bir dramada bundan daha güzel işlenemeyeceğini düşündüğüm bir dizi önerisi de bırakayım: My Liberation Notes.

Âh Mine’l Âşk

Aşk’ı ona bir sahip olma düşüncesi katmaksızın tahayyül edemez miydi insan? Aşk illaki sahip olunması gereken bir şey miydi? Saf Aşk’ı bulamaz mıydık? Katıksız aşk..iyelik eklerinden uzak. Mümkün mü değildi yoksa biz mi aramak istemiyorduk? Hep Aşk’ı bulmanın peşindeydik, bir kişide veyahut bir şeyde. Hiç mi gelmiyordu aklımıza Aşk’ın kişilerden ve nesnelerden bağımsız olabileceği? Sadece ve sadece Aşk olduğu için Aşk’tı belki de. Başka hiçbir eke, tamlamaya ihtiyaç duymaksızın… Böyle bir Aşk’ın varlığı mümkün mü dersiniz? Aramadan bilemeyiz, belki de bu arayışın kendisidir Aşk..

Korkuyorum

Bir an Mariana Çukurun’ndayım, bir an bulutların üstünde. Bazen çok sakinim, bazen yerimde duramıyorum ancak tüm bu anlarda ortak olan bir şey var: kafamın içindeki ses. O sesi susturabilmeyi o kadar çok isterdim ki..tahmin edemeyeceğiniz kadar çok. Asla susmayan, rüyalarda bile susmayan bir ses… Ne kadar duymazdan gelmeye çalışsam da arka planda konuşmaya devam eden bir ses. Her şeyi ama her şeyi sorgulayan, her şeyi kendine dert edinen, her duyguyu -mutluluğu, üzüntüyü, sevgiyi, öfkeyi, nefreti- abartan, kontrolün onda olmadığı durumlar için bile bunun farkındalığı içinde çırpınan bir ses. Sus. Lütfen. Sus. En azından rüyalarımda sus. Kimine göre bir lütuf kimine göre bir lanet. Beni ise delicesine korkutan şey, her rüyamdan sonra ileride gerçekleşebilme olasılığının altında ezilmekten yoruldum. Bu sesi susturmaya çalışmaktan; görmezden, duymazdan gelmeye çalışmaktan yoruldum. Lütfen sus. Lütfen. Korkuyorum, bir gün sana yenik düşmekten…

Sawubona

Bu hayatta en büyük kavgam kendimle galiba. İçinden bir türlü çıkamadığım… Robin Sharma diyordu ki: Hayatın amacı, amacını yaşatmaktır. Peki ya amacını bulamadıysan? Küçükken biraz daha kolaydı sanki. İleride ne olmak istediğimi sorduklarında bile meslek adını değil de ne yapmak istediğimi söylerdim: İnsanlara yardım etmek istiyorum. Peki ya şimdi? Evet, hala insanlara yardım etmek istiyorum ama kendi derdime derman, kendi yarama em olamadan insanlara nasıl yardım edebilirim ki? Şarta bağlı bir hayat amacı galiba benimki, basamaklı. Kendime yardım edersem insanlara yardım edebilirim. Bu farkındalıktan ötürü kavgam sürekli kendimle, kendimi bulmaya çabaladığım hırçın denizle. Bazı anlar “git”tikçe kendimi bulmaya daha çok yaklaşıyormuşum gibi; sanki hep sürekli gitmeliymişim, yolda olmalıymışım gibi. Ki gitmek bana iyi de hissettirir çoğu zaman. Mekanlardan, zamanlardan, kişilerden… Ama fark ediyorum ki ben bulmak için değil kaçmak için gidiyorum ve kaçmaya çalıştığım zamanlar, mekanlar ya da kişiler değil; kendimim. Kendimden kaçarak kendimi bulmaya çalışıyorum. Güya. Lakin unuttuğum bir şey var: Nereye gidersen git kaçamayacağın tek şey kendi kalbin. Beyhude olduğunun bilincinde, sonu viraneye uzanan bir yol bu. Bazı anlarsa kalıp kendime kulak verdikçe kendimi bulacakmışım gibi hissediyorum. Kalbimden yükselen fısıltının sesini sürekli devinim halinde olarak bastırmaya çalışarak değil de onu “gerçekten” duymak için çabalayarak. Bugün çok güzel bir kelime öğrendim, Sawubona. Zulu dilinde “Merhaba” demekmiş ancak her dilde bir kelime bazen bir kelimeden çok daha fazlasıdır ya esas manası “Seni görüyorum. Varlığını saygı ve kabul ile karşılıyorum.”muş. Dönüp kendime, kalbime Sawubona demenin zamanının geldiğini hissetsem de korkuyorum galiba. Kabullenmekten. Bu sebeple bir süre daha gideceğim kendimden.Keşke babasına “… Ben bu insanların geldikleri ülkelerin şatolarını bilmek istiyorum.” diye cevap veren ve o coğrafyada bunun tek yolunun çobanlık yapmak olduğunu öğrenince “Öyleyse, ben de çoban olacağım.” diyen Santiago kadar emin olsaydım kişinin hayat amacına giden her yolun katlanılmaya değer olduğundan.

Babama

9 sene. Dile kolay. Kalbe değil.
Doğum günümden sadece 2 gün sonra.
Kendini lanetli sayma, sayMA!
Birkaç fotoğraf karesi… Büyük yeşil halka küpeler, yere yığılmış çırpınan bir kadın, hastane yokuşu, mavi desenli su bardağı, krem rengi ayakkabı, ellerimi birleştirdiğimde avuçlarımın alabildiği kadar toprak, ağlamamak için direnen bir delikanlı, ona dokunduğumda ilk defa soğuk olan Babam… Özlemimi nasıl dile getirebilirim bilmiyorum, hala öğrenemedim, 9 sene oldu. Öğrenebilecek miyim ondan da emin değilim. Bir de neden ve ne zaman söylediğimi hatırlamadığım bir yalan var kendime: 25 yaşına geldiğinde Baban geri gelecek. 22 yaşındayım, gelmeyeceğinden adım kadar eminim ama yine de bekliyorum. Bu 9 senede çok önemli bir şey öğrendim ben Baba: kötü anıları silmeye çalışırken kurunun yanında yaş da yanıyormuş ama ben bu ateşe bir kova su serptim. Artık tüm iyi ve kötü anılarla kalbimdesin, zihnimdesin ama en çok da iyi anılarla. Gözlerimden öpmenle, her gün karış karış boyumu ölçmenle -bu arada boyumun son ölçtüğünden farklı olduğunu sanmam- saçımı taramanla, örmenle, her akşam birlikte bulmaca çözmemizle, bilmediğim zaman bana kopya vermenle -bulmacada ne zaman azarlamak/paylamak çıksa gözlerim dolar- her akşam kapının arkasına saklanıp seni korkuttuğumda korkmasan bile korkmuş gibi yapmanla, geldiğinde uyumuş olsam bile gözlerimden öpüp üstümü örtmenle, bana “eşşek gözlüm” demenle ve eşşek kadar olmama rağmen hala beni sırtına almanla, denizi çok seviyorum diye ‘su kuşu’ demenle, belki hiç kimse için anlamı olmayan un kurabiyesiyle, güzel olmasa bile sırf ben yaptım diye “Çok güzel olmuş.” deyip zorla yediğin yemeklerle, “Adını yanlış koymuşuz kızım, Nazlı olacakmış.” demenle, tüm bu anlar ve nicesiyle. En çok da seni ne zaman rüyamda görsem “Ben ölmedim ki kızım.” demenle. Evet ölmedin Baba, kaç yaşıma gelirsem de geleyim ölmeyeceksin.

-Nazlı kızın İpek

Dağınık ya da dağılmış

Evet, bazen bazı şeyleri toplamak için önce dağıtmak gerekiyor. Anca o zaman asıl görmen gerekeni görebiliyorsun belki de. Mesela bir mutfak çekmecesi olabilir bu ya daa uzun süredir elini sürmediğin vitrin ama duygular olmamalı sanki bu dağıttıkların. Çünkü dağınık ve pis bir evi  toplar gibi toplayamıyorsun ortalığı, söz konusu duygular olduğunda. Dur önce her şeyi yerine kaldırayım, tozları da alayım da öyle geçerim viledaya diyemiyorsun. Ortalıkta dağınık olan duygular her adımında takılıyor ayağına, her adımında tökezliyorsun. En saçma şeyleri saçma olduğunu bile bile yapıyorsun. Ve belki de en kötüsü en olmadık yerde ve zamanda ve genellikle de en olmaması gereken kişinin yanında süzülüyor yaşlar gözlerinden. Ya da bazen o kadar iyi rol yapıyorsun ki kendini ele verdiğin tek nokta gülerken iç çekmek oluyor ve bir dize yankılanıyor kulaklarında:
Ağlamak için gözlerden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?

Sobe

Sıkışıp kaldım sanki, saklambaç oynarken örtünün altına saklanmışım da ebenin eli örtünün üzerinde, bense çaresizce sobelenmeyi bekliyormuşum gibi. Yalnız bu sefer ufak farklılıklar mevcut bu oyunda. Ebe, arkadaşım değil, Zeus’u kızdırdığımız için başımıza bela olan sevda. Sobelendiğim zaman kaybettiğimse oyun değil, dimağım. Böyle anlarda gelen “Keşke duygusuz olabilsem…” isteğine karşı koymam olağandan uzun sürüyor, 3 saniye falan. Düşünmeyi dahi aklıma getirdiğim anda saçmalığının farkında olduğum bir istek. İnsan hissettiği kadar insan, hissettiği kadar var bu alemde. Hissetmezsek Gepetto Usta’nın ellerinden çıkan, Pinokyo haricindeki kuklalardan ne farkımız kalır? Lakin siz yine de abartmayın bu hissetme işini. Hissetmeyi abartınca çekilecek olan acının da artığı malumunuz. Shakespeare çok güzel özetlemiş aslında sevdada mübalağa etmemek gerektiğini: Şiddetle başlayan hazlar şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri. Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi.

Geçmişi Arayış Sevdası

Kaybolduğunuzu hissettiğiniz anlarda ne yaparsınız? Ben hep tanıdık bir şeyler ararım. Tanıdık bir yüz, ses, koku, belki bir çift göz belki de saçları mısır püskülü gibi olan pembe elbiseli o bez bebek… Bugünde geçmişi arayış sevdamız nedendir? O aradığımız her ne ise bugün bulsak dahi geçmişteki kaybedişimizin üzerini örter mi, derman olur mu ona? Zaman ve mekandan bağımsız mıdır kaybettiklerimiz? Bence asla değil çünkü ben anasınıfında dolapların arkasına yayı düştüğü için asla çalamadığım o kemanı bugün çalsam..evet, mutlu olacağım lakin buruk bir tebessüm olacak yüzümde, gözlerimden düşmemeleri için yalvardığım gözyaşları….
Gelecekte şu an kaybettiklerimizin, vazgeçtiklerimizin prangalı mahkumları olmamak için bugün harekete geçmeye ne dersiniz? Hadi, sadece biraz cesaret. O kahrolası simli mavi farı mı sürmek istiyorsunuz? Sürün gitsin, gelinin kız kardeşi mi diyecekler, bırakın desinler, hep bir şey derler zaten. Dövme mi yaptırmak istiyorsunuz? Yaptırın gitsin, en fazla kanayan bir gülünüz olur. Okuduğunuz bölümden memnun mu değilsiniz, kendinizi hala bulamadınız mı? Bulana kadar deneyin. Midenizde kelebekler mi uçuşuyor? Bırakın kalbinizde uçuşsunlar; söyleyin, yaşayın, sevin, sevilin veyahut reddedilin, gelecekte şu anı aramamak için. Her kaybedişte, her vazgeçişte geçmişte bir “keşke” bırakıyoruz muhtemelen ve bizden bir parça da orada kalıyor; her kayboluşumuzda geçmişe gitmemizin sebebi olarak, eksik parçamız olarak. Derler ki ruhlar yaratıldığında ruh eşleri taa kalubela’da söz vermişler birbirlerine, birbirlerini bulmak için. Bir eksik parçanız var zaten, yenilerini de siz eklemeyin.

BEYHUDE


     Koşuyorum, terden sırılsıklam olmuş yüzüme yapışan saçlarımı umursamadan, arkama dahi bakmadan. Koşmaya da devam ediyorum ağzıma kadar gelen yüreğimi yok sayarcasına. Bir şeyden kaçıyorum belli, bunu iliklerime kadar hissediyorum lakin ne olduğunu bilmiyorum. Bu hissettiklerim, bu kaçış bana çok aşina lakin bulamıyorum ne olduğunu. Bir karar veriyorum o an, tüm korkumla birlikte duruyorum, bırakıyorum kaçmayı. Eğer bir de arkama dönmeyi başarabilirsem oldu bu iş, diyorum. Uzun süredir koşmanın –daha ziyade korkunun- etkisiyle dört nala atan kalbimin üzerine koyuyorum elimi, sakin olmasını dilercesine. Güya zaman kazandırıyorum kendime. Gözlerimi kapatıyorum ve derin bir nefes alıp içimden üçe kadar sayıp dönüyorum arkama ve vücudumda kalan son cesaret kırıntılarının etkisiyle açıyorum gözlerimi. Ve boşluk, sonsuz zifiri karanlık bir boşluk, uçurumdan düşüyorum; buraya kadarmış deyip gözlerimi kapatıyorum, son anlarımda hayatımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmesini bekliyorum, olmuyor. Yıllarca kandırılmış olduğumuzun farkına varıp sinir oluyorum sonra ölüm anımda bu kadar aptalca bir şeyi düşünüp sinir olduğum için daha çok sinir oluyorum. Ve bitti. Ilık, tatlı bir sıcaklığın yayıldığını hissediyorum buz gibi kayanın üstüne, kan kırmızısı bir sıvı.. tüm ahmaklığımı bir kenara bırakıp kan olduğuna kanaat getiriyorum. Bu sıcaklık huzur veriyor buz gibi kayanın soğukluğunun yanında. Sıcaklık artıkça bir gülümseme yayılıyor yüzüme, olsun diyorum en azından ölüyorken huzura erdi ruhun.

       Bir ses geliyor uzaklardan, belirli aralıklarla tekrarlayan bir ses. En sinir olduğun diyorum; kronik, kulak tırmalayan sesler… Erken konuşmuşsun huzurlu öldüğüne dair, yine olmadı. Sonra ölmüş olmama rağmen nasıl duyabildiğimi sorguluyorum, başı kesilmiş tavuk muyum ben diye. Ses gittikçe yaklaşıyor, yaklaştıkça sinir bozuculuğu artıyor. Kollarımı savuruyorum oradan oraya, sanki sesi susturabilirmişim gibi derken gırtlağına çökülmüş gibi kesiliyor ses ve ben fırlıyorum.
       Günaydın! Olanları algılamam ve idrak edebilmem bi’ 10-15 saniye sürüyor. Rüyaymış diyorum, ne rüyası; kabus, kabus! Ama o sıcaklığı hala hissettiğimi fark ediyorum ve başıma götürüyorum ellerimi, yokluyorum iyice, yok, elime bakıyorum yine yok derken intihar ediyor gözyaşlarım birbiri ardınca yanaklarımdan boynuma. Ellerimin arasına alıyorum başımı ve gülerken ağlıyorum ya da ağlarken gülüyorum. Hangisi? Ben de bilmiyorum… Artık geçtiğine inandıktan sonra kalkıyorum yataktan. Gidip aynaya bakıyorum, ağlamaktan kızarmış gözlerime, burnuma; terden yüzüme yapışan saçlarıma. Gözlerimin aynadaki aksinin boşluğuna dalmak üzereyken çarpıyorum bıçak gibi suyu yüzüme, bir kere daha, bir kere daha… Derken bundan böyle kurtulamayacağıma karar verip duşa atıyorum kendimi. Bir süre buz gibi suyun altında ruhum sömürülmüş gibi dikiliyorum, suyun arkasına gizlenip gözyaşlarımı da salıveriyorum.

       ‘’Tamam, geçti.’’ diyorum kendime bilmem kaçıncı kez, oysaki biliyorum geçmedi, geçmeyecek de. Kaç yıl geçerse geçsin geçmeyecek! Umut dahi etmiyorum artık, içimde yeşerttiğim umut filizleri o gün öldü.
       Sert bir kahve içip çıkıyorum evden. Kahvenin acısının yüreğimin acısını keseceğine dair beyhude bir tavır sergileyerek…

Kaktüs Sanılan Duygular

İnsan kendi mi seçiyordu mutsuz olmayı yoksa sıkça dile getirilen bir tabir olan modern dünya mı itiyordu insanları mutsuzluğa? Hızla ilerleyen teknoloji çağında gerileyen tek şey duygularımız mıydı? Öyle bir dünyaydı ki bu; insanları mutsuz olmaya programlanmış robotlar haline çeviren. Öyle bir dünyaydı ki bu tüm dünya insanlarının mutluluğa ulaşmak için çabaladığı. Kimi paraya ulaşırsa mutlu olacağına inanırken kimi paradan arınırsa mutlu olacağına inanıyordu. Lakin unutulan bir şey vardı ki mutluluk bizim içimizdeydi. Mutluluk bizdik, kendimizdik ama dış dünyadaki aynaya bakmaktan dönüp de içimizi yansıtan aynaya, kalbimize bakmıyorduk. Çöl sıcağında kurumaya mahkum bırakılmış duygularımızı kaktüs sanıyorduk, uzun süre su vermesek dahi dönüp bakmasak dahi yeşermeye, çiçek açmaya devam edeceğini… Ama duygularımız yeşermek için bazen birkaç damla göz yaşını beklerken bazen de birkaç parça mutluluk kırıntısı arıyordu kalbimizde. İşte tüm bunlardan habersiz, yeni dünya insanları olarak ne yaparsak yapalım kalbimizin kapısını tıklatmak, dönüp de içimizde kendimiz var mıyız diye sormak aklımızın ucundan bile geçmiyordu, birkaç Ferrari’sini Satan Bilge dışında.